Charles Dickens’in 1859 yılında yayınlamış olduğu roman ve sosyal eleştiri türündeki bu eserde suçsuz yere bir doktorun 18 yıl boyunca hapishanede geçirdiği zaman sonrası, eski bir dostu tarafından hapishaneden çıkar ve uzun süre görmediği kızına kavuşur. Daha sonra hayatlarına giren bir aristokrata âşık olan doktorun kızı, ardından Fransız İhtilali ile beraber gelişen olaylar anlatılıyor. 540 sayfayı kapsayan roman çoğunlukla Paris ve Londra da geçiyor. Aynı zamanda romanın en önemli karakterleri ise Sydney Carton ve Charles Darnay’dir.
Charles Dickens’e ait sosyal eleştiri türündeki bir Dünya klasiği olan ‘İki Şehrin Hikâyesi’ adlı romana dair bir inceleme.
İmkânsız bir aşk, uzaktan izleyip de damdan düşercesine ayağının altına serilen fedakârlık şansını, bazılarının intikam ateşi hatırı için gözler önüne seren türden. İlk başta düşününce canını dönemin en meşhur seri katiline; halk deyişiyle de azize giyotine vermek için insanın düşünmeden kendince kabul edeceği bir teklif olabilir miydi acaba? Ya da bu teklif ne olmalıydı? Bir avukat düşünün ki geleceği için hiçbir amacı olmamış, parayı ve ünü hayatından çıkarmış bir avukat. İlk başta adamla tanışınca ne kurnaz, ne çakal, ne işe yaramaz ya da ne denebilirse artık. Sevilmeyen tiplerden işte canım. Daha sonra tam da bu sırada bugünlerde bile hala kendinden bahsettiren, halkın çığlıklarıyla kenetlenmiş monarşi kurallarının dayatıldığı günlük rutinleşmiş de denebilir; kafa kesmelerin ardı sıra kesilmediği, öldürülen kişilerin kadın, genç, yaşlı, çocuk hepsinin son çığlığı, Ölüm Çığlığı! Belki de bu kişiler oralarda hissettiriyorlardır kendilerini. Şimdi de bir bakış açımızı değiştirelim. Aslında öldürülen kişiler aristokratlar ve onların kuşakları, amaç ise soylarını kurutma çabasıydı. Zaten aristokratların da önceden yaptıkları bu değil miydi? Yalnızca önceden öldürenler şimdi öldürülenler oluyordu o kadar. Önceleri kendi çıkarları için çalıştırılıp, işkenceler ettirilip daha sonra umursamaz bir biçimde ölümlerini keyifle izleyenler değiller miydi? En sonda ise soylulardan birinin eğlence amacıyla köylülerden birinin sahiplenişi bardağı taşıran son damla oldu belki de. O kişi birinin karısı, birinin ablası, ötekininse kızıydı. Ama aristokratlar bunu ne kadar önemsiyordu? Bu noktaya kadar her şeyin doğru gittiği düşünülse de ortada koskocaman bir yanlışlık vardı. Öldürülen kişiler gerçekten suçlu muydu? Halkın kendince çıkarmış olduğu kanunlar ne kadar doğruydu? İntikam almak için bu kadar acımasızca öldürmek içlerini ne kadar rahatlatmış olabilir? Çünkü bilinmelidir ki halka, köylüye yapılan fenalıklar şimdilerde eziyet görenlerin atalarıydı. Bunun acısını kalkıp da onların soyundan gelen kişilerden çıkarmak doğru değildi. Çünkü onların soyundan gelenler masumdu. Ataları gibi fenalıklar yapan kişiler değillerdi. Buna rağmen bir grubun intikam ateşi yandı diye böyle fenalıklar yapmak ne kadar gerekliydi? O masumların çığlıkları akıllarından çıkacak mıydı? Şimdi ise hani işe yaramaz, amaçsız bir avukat vardı ya; işte o avukat aşkının ne kadar büyük olduğunu, göstermek için büyük bir fedakârlık yapması gerekiyordu. Tam da bu noktada okurların gönlünü fethetmişti. Bir daha asla göremeyeceği aşkına hayatındaki son hediyesini vermişti. Belki de genç avukatın hayatı boyunca ilk kez bir amacı olmuştu. İmkânsız aşkını son kez mutlu etmişti. Ancak onların mutluluğunu yalnızca hissedecekti.
Emre KUTAY